31 Mayıs 2013 Cuma

BEŞ ÖNEMLİ DERS



                    Birinci ve de en önemli ders.
-----------------------------
Okuldaki ikinci ayımda, hocamız test sorularını dağıttı. Ben okulun en
iyi öğrencilerinden biriydim,ve son soruya kadar soluk almadan geldim
ve orada çakıldım kaldım. Son soru ise şöyleydi: "Her gün okulu temizleyen
hademe kadının ilk adi nedir?.."
Bu herhalde bir şaka dedim kendi kendime.Çünkü kadını yerleri silerken hemen
hergün görüyordum. Uzun boylu ve siyah saçlı bir kadındı. 50'lerinde
filan olmalıydı. Ama adını nereden bilecektim ki!.. Son soruyu
yanıtsız
bırakıp kağıdı teslim ettim.
Süre biterken bir öğrenci, son sorunun test sonuçlarına dahil olup
olmadığını sordu.
"Tabii dahil" dedi, hocamız... "İs yaşamınız boyunca çeşitli insanlarla
karşılacaksınız Ve hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi de sizin
ilginiz ve dikkatinizi hakkeden insanlar bunlar. Onlara sadece
gülümsemeniz ve'Merhaba' demeniz gerekse bile..."
Bu dersi hayatım boyunca unutmadım. O hademenin adını da.. Dorothy
idi.
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
İkinci önemli ders.. Yağmurda otostop!..
----------------------------------------
Bir gece vakit geceyarısına doğru Alama otoyolunun kenarında duran
bir zenci kadın gördüm. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmura rağmen,
bozulan arabasının dışında duruyor ve dikkati çekmeye çalışıyordu.
Geçen her arabaya el sallıyordu kadıncağız. Yanında durdum. 60'lı yıllarda bir
beyazın bir zenciye hem de Alabama'da yardıma kalkışması pek olağan
şeylerden değildi. Onu kente kadar göturdüm. Bir taksi durağına
bıraktım. Ayrılırken ille de adresimi istedi verdim.
Bir hafta sonra kapım çalındı. Muazzam bir konsol televizyon
indiriyordu adamlar. Bir de not ekliydi, armağanda... "Geçen gece
otoyolda bana yardımınıza teşekkür ederim. O korkunç yağmur sadece
elbiselerimi değil, ruhumu da sırılsıklam etmişti. Kendime güvenimi
yitirmek uzereydim ki, siz çıka geldiniz. Sizin sayenizde ölmekte olan
kocamın yatağının baş ucuna zamanında ulaşmayı başardım. Biraz sonra
son nefesini verdi. Tanrı bana yardım eden
sizi ve başkalarına karşılık beklemeksizin yardım eden herkesi
kutsasın!..
En iyi dileklerimle,
Bayan Nat King Cole."
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
Ücüncü önemli ders.. Size hizmet edenleri hep hatırlayın..
----------------------------------------------------------
Bir pastanın üç otuz paraya satıldığı günlerde 10 yaşında bir çocuk
pastaneye girdi. Garson kız hemen koştu.. Çocuk sordu:
"Çukulatalı pasta kaç para?.."
"50 cent!.."
Çocuk cebinden çıkardığı bozuklukları saydı. Bir daha sordu:
"Peki dondurma ne kadar.."
"35 cent" dedi garson kiz sabirsizlikla.. Dukkanda yiginla musteri
vardi ve kiz hepsine tek basina kosusturuyordu. Bu cocukla daha ne
kadar vakit gecirebilirdi ki..
Cocuk parasini bir daha saydi ve "Bir dondurma alabilir miyim
lutfen" dedi.
Kız dondurmayı getirdi. Fişi tabağın kenarına koydu ve öteki masaya
koştu. Çocuk dondurmasını bitirdi. Fişi kasaya ödedi. Garson kız
masayı temizlemek üzere geldiğinde, gözleri doldu birden. Masayı
sanki akan yaşlar temizleyecekti. Boş dondurma tabağının yanında
çocuğun bıraktığı 15 centlik bahşiş duruyordu..
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
Dördüncü önemli ders.. Yolumuzdaki engeller..
---------------------------------------------
Eski zamanlarda bir kral, saraya gelen yolun uzerine kocaman bir
kaya koydurmuş ve kendisi de pencereye oturmuştu. Bakalım neler
olacaktı?. Ülkenin en zengin tüccarları, en güçlü kervancilari, saray
gorevlileri birer birer geldiler, sabahtan öğlene kadar. Hepsi de
kayanın
etrafindan dolasip saraya girdiler. Pek cogu krali yuksek sesle
elestirdi. Halkindan bu kadar vergi aliyor, ama yollari temiz
tutamiyordu.
Sonunda bir köylü çıkageldi. Saraya meyve ve sebze getiriyordu.
Sirtindaki kufeyi yere indirdi, iki eli ile kayaya sarildi ve ikina
sikina
itmeye basladi. Sonunda kan ter icinde kaldi ama, kayayi da yolun
kenarina cekti. Tam kufesini yeniden sirtina almak uzereydi ki,
kayanin eski yerinde bir kesenin durdugunu gordu. Acti.. Kese altin
doluydu.
Bir de kralin notu vardi icinde..
"Bu altinlar kayayi yoldan ceken kisiye aittir" diyordu kral.
Koylu, bugun dahi pek cogumuzun farkinda olmadigi bir ders almisti.
"Her engel, yaşam koşullarinizi daha iyilestirecek bir firsattir.."
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
*
Beşinci Önemli Ders.. Önemli Olan Vermektir..
---------------------------------------------
Yillar once hastanede calisirken, agir hasta bir kiz getirdiler.
Tek yasam sansi bes yasindaki kardesinden acil kan nakli idi.
Kucuk oglan ayni hastaliktan mucizevi sekilde kurtulmus ve kaninda
o hastaligin mikroplarini yok eden bagisiklik olusmustu. Doktor durumu
bes yasindaki oglana anlatti ve ablasina kan verip vermeyecegini
sordu.
Kucuk cocuk bir an duraksadi. Sonra derin bir nefes aldi ve "Eger
kurtulacaksa, veririm kanimi" dedi.
Kan nakli ilerken, ablasinin gozlerinin icine bakiyor ve
gulumsuyordu.
Kizin yanaklarina yeniden renk gelmeye baslamisti, ama kucuk
cocugun yuzu de giderek soluyordu.. Gülümsemesi de yok oldu.
Titreyen bir sesle doktora sordu:
"Hemen mi ölecegim?.."
Küçük çocuk doktoru yanlış anlamış, ablasına vücudundaki bütün kanı verip,
öleceğini sanmıştı...

30 Mayıs 2013 Perşembe

PERHİZ


Azı Karar Çoğu Zarar

Verdiğin perhize budur gayretim,
Bundan başka uyamıyom doktor bey,
Üç sepet yumurta sabah kahvaltım,
Teker teker sayamıyom doktor bey.

İki leğen pilav bir yayık ayran,
ister yağlı olsun isterse yavan,
yanına da kesiyom beş kilo soğan,
Yiyom ,yiyom doyamıyom doktor bey.

Üç tencere bamya yerim pişince,
yirmi tas su içip biraz koşunca,
her yanı sökülür karnım şişince,
sağlam gömlek giyemeyom doktor bey.

Şimdiye acımdan çoktan ölürdüm,
Sağ olsun komşular ediyo yardım,
Bir koyundan fazla yiyemiyom söz verdim,
Ayıp olur cayamıyom doktor bey.

Günde iki çuval unum gidiyo,
avradım her sabah ekmek ediyo,
bir kazan fasulye gönül ye deyo,
artırmaya kıyamıyom doktor bey. 

Bazı az geliyo beş kasa hurma,
yedi lahanadan yapıyoz sarma,
onuda mı yedin deye heç sorma,
utanıyom deyemiyom doktor bey.

senede kırk dönüm bostan ekerim,
benden başka kimse yemesin derim,
kavunu karpuzu kabıklı yerim,
acelemden soyamıyom doktor bey.

bilmem bu iş böyle nereye gider,
buyumuş kaderim buyumuş meğer,
bir günde yediğim işte bu gadder,
daha fazla yiyemeyom doktor bey.

MUTLULUĞUN SEKİZ ALTIN KURALI



                  Mutlu olmak için azıcık gayret yeterli

                Epiktetos yirmi asır önce demiştir ki:
"Kader, önünde sonunda, şöyle veya böyle, günahlarımızın bedelini önümüze koyar.
Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder.Herkes ektiğini biçer.
Bunu bilen adam hiç kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez ve kimseye kin tutmaz.
Bunu bilen adam karşılaştığı aksiliklere şaşırmaz.
Önüne çıkan maddi, manevi engellerin kendi günahlarından başka bir şey olmadığını bilir."

Düşmanlarınızı düşünmek için ayıracağınız bir dakika bile düşmanlarınızdan daha değerlidir.
Nefret ve intikam hissi size çok büyük zararlar verir.
Aristo şöyle diyor:
"İdeal insan iyilik yapmaktan zevk alır.
Fakat kendisine iyilik yapılırsa mahcubiyet duyar.
Çünkü iyilik yapmak üstünlük bir işareti, bir iyiliğe muhtaç duruma düşmek ise zaaf işaretidir."

Karşılaşacağımız nankörlükten dolayı üzülmemek için hazırlıklı olalım.
Her zaman karşılık beklemeden iyilik yapalım.
Mutluluk minnet beklemekte değil, minnet gösterilmesinden rahatsızlık duyulacak olgunluğa erişmektir.

İşte size mutlu olmak için sekiz Özel Armağan
1= Dinleme...
Ama gerçekten dinleyin.
Kesmeden, hayal kurmadan, vereceğiniz cevabı düşünmeden...
Can kulağıyla dinleyin.
2= Sevgi...
Kucaklamalar, öpücükler, sırt sıvazlamalar ve el tutmalar konusunda cömert olun.
Bu ufak hareketler, aileniz ve dostlarınıza olan sevginizi daha açık göstermenizi sağlayabilir.
3= Kahkaha...
Fıkra anlatın, neşeli hikâyeleri paylaşın.
Bu armağanınız "seninle birlikte gülmeyi seviyorum" anlamına gelir.
4= Yazılı bir not...
Basit bir "Yardımın için teşekkürler" notu, ya da belki bir şiir...
Kısa, elle yazılmış bir not bazen ömür boyu hatırlanır.
5= İltifat...
"Bu renk sana ne çok yakışmış", "Harika bir iş çıkardın", "Yemek nefis olmuş"
gibi basit, içtenlikle söylenen bir söz karşınızdakinin içini aydınlatır.
6= İyilik...
Her gün, rutininizi kırıp birisine hoş, nazik bir şey yapın.
7= Yalnızlık...
Bazen tek istediğimiz yalnız kalmaktır.
Bu anlara duyarlı olun ve ihtiyacı olana yalnız kalma armağanını verin.
8= Neşeli bir yapı...
Birine tatlı bir söz söylemek gibisi yoktur.
Selâm vermek veya teşekkür etmek o kadar zor mu?
    İNANIN BÜTÜN BUNLARI YAPTIĞINIZ ZAMAN, GERÇEKTEN, SİZ VE KARŞINIZDAKİLER ÇOK MUTLU OLACAKLAR...

BAROMETRE


            ÖĞRENCİ GEÇMELİ Mİ?

              Öğrenci geçmeli mi?

   Bu soru Kopenhagen daki bir Ünviversitenin fizik sınavından alınmıştır.Soru şöyleydi: Bir gökdelenin yüksekliğini barometre ile nasıl bulursunuz?
Ögrencilerden birinin cevabı:
  "Barometrenin ucuna bir ip bağlarsınız. Sonra gökdelenin tepesinden asıp aşağıya
sallarsınız. Barometre yere değdiğinde ipin boyuyla,barometrenin boyunun
toplamı size gökdelenin yüksekliğini verecektir."dedi...
   Bu oldukça orijinal,makul ve mantıklı cevap hocayı çileden çıkartmaya yetti ve öğrenci dersten
kaldı. Öğrenci cevabının doğruluğu konusunda itirazda bulundu ve üniversite
durumu çözmek için başka bir hoca gönderdi.
Yeni hoca, cevabın aslında doğru olduğuna, fakat kayda değer bir fizik
bilgisinin varlığını göstermediğine karar verdi. Sorunu çözmek üzere öğrenciyi
en azından ne kadar temel fizik bilgisi olup olmadığnı anlamak için, ona
altı dakika vererek sorunun sözlü cevabını vermesi kararını aldı. İlk beş
dakika, genç sessizliğe gömüldü. Alnı düşünceden kırış kırış olmuştu. Hoca
zamanın tükenmekte olduğunu hatırlattığında genç çeşitli cevaplarının
olduğunu, fakat hangisini kullanacağına karar veremediğini söyledi. Tekrar
acele etmesi tavsiye edilince genç söyle cevapladı:
"Efendim ilk olarak, barometreyi gökdelenin tepesine çıkartıp kenarından aşağı bırakıp
yere inene kadar geçen süreyi ölçersiniz. Binanın yüksekliği
H = 0.5 x g x t2
formülü uygulanarak hesaplanabilir. Fakat barometre için kötü bir seçim."
"Veya güneş parlıyorsa, barometrenin yüksekliğini ölçersiniz.. Sonra onu bir
yere dikip gölge uzunluğunu ve sonra da gökdelenin gölge uzunluğunu
ölçebilirsiniz. Bundan sonrası ise basit bir orantıyı çözmek olacaktır. "Fakat bu
konuda gökbilimsel bir cevap istiyorsanız, barometrenin ucuna bir sicim
bağlayıp onu bir sarkaç gibi sallandırabilirsiniz.Onu önce yer seviyesinde, daha
sonra da gökdelenin tepesinde. Yüksekliği,
T=2¶² kvk (I/g)
formülündeki farktan yararlanarak bulabilirsiniz.
"Ve yahut da gökdelenin dışarısında bir yangın çıkış merdiveni varsa, barometreyi
bir cetvel gibi kullanarak yukarıya çıkarken gökdelenin boyunu barometre
yüksekliği biriminden sayıp bunları toplayabilirsiniz."
"Eğer ille de sıkıcı ve ortodoks olmak istiyorsanız, tabii ki barometre ile
gökdelenin tepesindeki yer seviyesindeki basıncı ölçer, milibar cinsinden
çıkan farkı feet'e çevirip yüksekliği bulursunuz. Ancak bizler
daima zihnin bağımsızlığı ve bilimsel metodlar kullanma konusunda teşvik
edildiğimiz içindir ki, en iyi yol şüphesiz hademenin kapısını çalmak ve yeni
bir barometre isteyip istemediğini sorarak, gökdelenin yüksekliğini söylemesi
durumunda, ona bu barometreyi vereceğimizi söylemek olurdu."
Evet ne dersiniz? Sizce bu öğrenci geçmeli mi yoksa kalmalı mı?
Öğrencinin adı: Niels Bohr,ve Fizik'te Nobel ödülü kazanan tek Danimarkalı.

29 Mayıs 2013 Çarşamba

AŞIK OLMAK MI İSTİYORSUNUZ?




                  Tam göğsünüzün ortasında bir yeriniz acıyacak...
Evinizin sizi içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu
fark
edeceksiniz...
Sokağa fırlayacaksınız...
Sokaklar da dar gelecek...
Tıpkı vücudunuzun yüreğinize dar geldiği gibi... Ne denizin mavisi
açacak
içinizi, ne pırıl pırıl gökyüzü...
Kendinizi taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir
yandan da kaybolacak
kadar
küçüleceksiniz...
Birileri size bir şeyler anlatacak durmadan...
"Önemli olan sağlık."
"Yaşamak güzel."
"Boşver, her şey unutulur."
Ama siz hiçbirini duymayacaksınız...
Gözyaşlarınızdan etrafı göremez hale geleceksiniz.
O'ndan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, ve az
sonra da kollarında
ölmek
isteyecek kadar çok seveceksiniz onu...
Hep ama hep ondan bahsetmek isteyeceksiniz...
"Ölüme çare bulundu" ya da "Yarın kıyamet
kopacakmış" deseler de
başınızı
kaldırıp "Ne dedin?" diye sormayacaksınız...
Hem yalnız kalmak isteyeceksiniz...
Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak...
İkisi de yetmeyecek.
Geçmişi düşüneceksiniz... Neredeyse dakika dakika...
Ama tabiki  kötüleri
atlayarak...
Onunla geçtiğiniz yerlerden geçmek isteyeceksiniz...
Gittiğiniz
yerlere
gitmek...
Bu size hiç iyi gelmeyecek... Ama bile bile
yapacaksınız.
Biri size içinizdeki acıyı söküp atabileceğini
söylese,
kaçacaksınız...
Aslında kurtulmak istediğiniz halde, o acıyı yaşamak için
direneceksiniz.
Hayatınızın geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksiniz...
Aksini iddia edenlerden nefret edeceksiniz...
Herkesi ona benzetip...
Kimseyi onun yerine koyamayacaksınız...
Hiçbir şey oyalamayacak sizi...
İlaçlara sığınacaksınız... Birkaç saat kafanızı
bulandıran ama asla
onu
unutturmayan... Sadece bir müddet buzlu camın arkasından
seyrettiren...
Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek...
Boğazınız
düğümlenecek,
dinleyemeyeceksiniz...
Uyumak zor, uyanmak kolay olacak...
Sabahı iple çekeceksiniz,bir an önce onu görmek için... Bazen de "Hiç güneş doğmasa" diyeceksiniz.
Ne geceler rahatlatacak sizi ne gündüzler...
Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksiniz...
Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önünüze çıkana sarılmak
isteyeceksiniz... Nafile... Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek...
Rüyalar göreceksiniz, gerçek olmasını istediğiniz...
Her sıçrayarak
uyandığınızda onun adını söylediğinizi fark
edeceksiniz...
Telefonun çalmasını bekleyeceksiniz... Aramayacağını
bile bile... Her
çaldığında yüreğiniz ağzınıza gelecek... Ağlamaklı
konuşacaksınız
arayanlarla...
Yüreğiniz burkulacak...
Canınız yanacak...
Bir daha sevmemeye yemin edeceksiniz.
Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinizden...
Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp
tutuşacaksınız... Defalarca
aradığı günlerin kıymetini bilmediğiniz için
kendinizden nefret
edeceksiniz...
Yaşadığınız şehri terk etmek isteyeceksiniz... Onunla hiçbir anınızın
olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek...
Ama bir umut... Onunla bir gün bir yerde karşılaşma
umudu... Bu umut
sizi
gitmekten alıkoyacak...
Gel gitler içinde yaşayacaksınız...
Buna yaşamak denirse...
*
Razı mısınız bütün bunlara?
Hazır mısınız sonunda ölüp ölüp dirilmeye?
O halde siz de áşık olabilirsiniz...     

ES-SUBHU BEDA



           Essubhu beda min tal’atihi – Sabah nurunu O’nun çehresinden aldı.

   
                '' Essubhu beda'' Bugün ilk defa duyup aşık olduğum bir ilahi. En sevgiliye, Hz Muhammed (s.a.v.) için yazılmış
bir şiir. Bunu ancak ona çok aşık olan biri yazabilir.. Arapça bilenleri daha derinden etkileyen bu şiir ve türkçe
anlamı : 

   Essubhu beda min tal’atihi - Sabah nurunu O’nun çehresinden aldı.     
Velleylü deca min vefratihi - Gece ise karanlığını O’nun siyah saçlarından aldı.
Fakar Rusulâ fazlan ve âlâ - O f azilet ve ulviyeti ile bütün resullerden üstün oldu.
Ehdes sublâ li delâ le tihi - Hidayete erenler yolunu O’nun delaleti ile buldu.

Kenzül kerami mevlenniami - Cömertlik hazinesi o hazineden ihsan edendi.
Hâdil ümemi li şeriatihi - Toplumları dinine ve hidayetine erdirdi.
Ez kennesebi a’lel-hasebi - Soyu çok temiz, şeref i pek yücedir.
Küllü’l-arabi fi-hizmetihi - Bütün Araplar O’nun hizmetindedir.

Sâate şeceru natakal haceru - Ağaçlar huzurunda koştu, taşlar dile gelip konuştu.
Şakkal kameru bi işaretihi - O’nun işareti ile ay ikiye yarıldı.
Cibrili etâ leylete Esrâ - İsra gecesi Cebrail (a.s.) O’na geldi.
Ver-Rabbü de’â li-hazretihi - Ve Rabbi O’nu huzuruna davet etti.

Nâdeş-şerefâ vallâhu afâ - O büyük rütbelere nail oldu.
Amma selafâ min ümmetihi - Allah (c.c.) da O’nun ümmetini affetti.
Fe Muhammeduna Hü ve Seyyidina - Bizim Muhammedimiz (s.a.v.) ki O bizim efendimizdir.
Fel izzülenâ bi icabetihi - O’nu kabul ettiğimiz için bu şeref bize aittir.

ALEMLER NURA GARK OLDU




                   Çok güzel bir ilahi...

FATİH'İN VASIYYETİ


                           
                                 

                     FATİH SULTAN MEHMET HAN'ın Çevre Temizliği Bilinci ve Sağlık ve Sıhhate verdiği Önem


                              "Ben ki İstanbul Fatih abd-i aciz Fatih Sultan Mehmed, bizatihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım İstanbul'un Taşlık mevkiinde kain ve malumu'l-hudut olan 136 bap dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim.
Şöyle ki,
Bu gayri menkulatımdan elde olunacak nemalarla İstanbul'un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim.
Bunlar ki, ellerindeki bir kap icerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezerler. Bu sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki yevmiye 20'şer akçe olsunlar, ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 de yara sarıcı tayin ve nasp eyledim.
Bunlar ki ayın belli günlerinde İstanbul'a çıkalar, bilaistisna her kapıyı vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar, var ise şifası yada mümkün ise şifayap olalar. Değilse kendilerden hiçbir karşılık beklemeksizin Darulaceze'ye kaldırılarak orada salah bulduralar.
Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vaki olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silah, ehli erbaba verile. Bunlar ki hayvanat-i vahşiyenin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda Balkanlar'a çıkıp avlanalar ki zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar.
Ayrıca külliyemde bina ve inşa eylediğim imarethanede şehid ve şühedanın harimleri ve Medine-i Istanbul fukarası yemek yiyeler. Ancak yemek yemeye veya olmaya bizatihi kendileri gelmeyup yemekleri günesin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle."
         <<Ey Büyük FATİH; eğer senin vasıyyetin günümüze kadar devam edip gelseydi, şimdi İstanbul daha güzel ve temiz bir İstanbul,ve vatanımız,milletimiz,halkımız daha temiz ve sağlıklı olurduk...>>

28 Mayıs 2013 Salı

Mis Kokulu Güller


AFRİKA'DA BİR KRAL VE ARKADAŞI



            '' BUNDA DA BİR HAYIR VARDIR ''
       
           Bir zamanlar Afrikada'ki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı.
Kral,daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu ve birlikte büyüdüğü bir
dostunu hiç yanından ayırmazdı.Nereye gitse onu da yanında götürürdü.
Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı.İster kendi başına
gelsin isterse başkasının,ister iyi olsun isterse kötü,her olay karşısında
hep aynı şeyi söylerdi: "Bunda da bir hayır var!"
                     

                    Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar.Kralın arkadaşı tüfekleri
dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu.Fakat arkadaşı muhtemelen
tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken
tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.
Durumu gören arkadaşı yine her zamanki gibi, her zamanki sözünü söyledi:
"Bunda da bir hayır var!"
Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
"Bunda hayır filan yok be adam! Görmüyor musun, parmağım koptu?"Ve sonra da
kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.     
                   Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve
aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte
avlanıyordu.
Yamyamlar onları ele geçirip köylerine götürdüler.Ellerini,ayaklarını
bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar.Sonra da odunların ortasına
diktikleri direklere bağladılar.
Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki,kralın başparmağının olmadığını
gördüler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri
eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde
başlarına çok kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı
çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
                   Kral sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini bildiği için,
 onca yıllık arkadaşına reva gördüğü bu muameleden dolayı
pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına
başından geçenleri bir bir anlattı...
''Sen çok haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış.

İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür
diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü birşeydi." dedi.
"Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı. "Bunda da bir hayır var."
"Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral. "Bir arkadaşımı
bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir ki" dedi. Arkadaşı da ona
"Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum,değil
mi?
Ve sonrasını düşünsene? "...

En İyi Araştırmalar: ARTIK PENCERELERİNİZ ELEKTRİK ÜRETEBİLECEK

En İyi Araştırmalar: ARTIK PENCERELERİNİZ ELEKTRİK ÜRETEBİLECEK:               Kaliforniya Üniversitesi, Los Angeles (UCLA) ‘daki araştırmacılar yeni bir çeşit şeffaf güneş pili ürettiler. Böylece hem ...

ARTIK PENCERELERİNİZ ELEKTRİK ÜRETEBİLECEK



             Kaliforniya Üniversitesi, Los Angeles (UCLA) ‘daki araştırmacılar yeni bir çeşit şeffaf güneş pili ürettiler. Böylece hem dışarısı  görülebilecek hem de camlar elektrik enerjisi üretebilecek. Araştırma ACS Nano Dergisi’ nde yayınlandı.
UCLA’ lı araştırma takımının yaptığı yeni polimer güneş hücreleri (PSC-polymer solar cell) temelde güneş ışığı değil kızılötesi ışığı absorbe ediyor ve  % 70 görünürlüğe sahip. Cihaz fotoaktif plastikten yapılıyor ve kızılötesi ışığı absorbe edip, elektrik akımına çeviriyor.
” Sonuçlara bakıldığında ise, şeffaf polimer güneş pillerinin kullanım alanının oldukça geniş olduğu ve akıllı pencereler dahil pek çok elektronik cihazda kullanma potansiyeli olduğunu göreceksiniz” dedi UCLA’ dan Malzeme Bilimi Mühendisliği’ nden profesör ve takım lideri Yang Yang. Yang Yang aynı zamanda Kalifornia Nano Sistemler Enstitüsü’ nde Nano Dönüştürülebilir Enerji Merkezi Direktörlüğü yapıyor.
Yeni üretilen malzemenin özellikleri gerçekten de çok etkileyici. Polimer güneş hücreleri hem esnek, hem hafif ve hem de yüksek voltaj üretiyor. Bunlara karşın fiyat açısından da oldukça cazip.
Daha önceden şeffaf veya yarı geçirgen pek çok polimer güneş hücresi denemesi yapılmıştı. Fakart şu ana yapılan pillerde ya şeffaf değildi ya da enerji verimi oldukça düşüktü ve bununla beraber fabrikasyona uygun değillerdi.
UCLA Kaliforniyalı araştırmacılar görünebilir şeffaf polimer pilleri yapmak için en üst şeffaf elektrotta yakın kızılötesi ışığa duyarlı polimer ve gümüş nanotel kompozit filmler kullandı. Böylece yakın bölgedeki kızılötesi ışığı absorbe ediyor ve görünebilir dalga boyunda güneş pilinin şeffaflığını sağlıyor.
Şeffaf iletken materyal gümüş nano teller ve titanyum dioksit nanoparçacıklar kullanılarak önceden  kullanılan ışık geçirmeyen metal elektrotlara göre bir diğer devrim yaşandı. Bu kompozit materyal sayesinde ayrıca enerji dönüşümünde % 4 oranında verim sağlandı.

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Harika Bir Buluş'' ANYON LAMBA''



Çok güzel ve faydalı bir buluş,her eve her mekana lazım.

90/10'UN SIRRI

                           90/10'UN SIRRI

         
             Bu hayatınızı değiştirecek. 90/10 sırrı inanılmazdır! Çok azımız bunun farkındadır. Sonuç ?

Pek çok insan gereksiz yere stresten, dertlerden, problemlerden ve başağrısından acı çekmektedir.

Peki bu sır nedir ?

Hayatınızın %10'u, sizin başınıza gelenlerden oluşur.
Hayatınızın diğer %90'ına ise sizin bu başınıza gelenlere nasıl
davrandığınızla karar verilir.

İnsanlar anlamsız şeyler söyler ve yaparlar. İnsanlar hasta olurlar veya
arabalar bozulurlar. Uçaklar geç kalır ve bütün planlarımızı alt üst
ederler. Trafikte bir sürücü canımızı sıkabilir v.s. v.s,  Bu %10'luk kısım
tamamen bizim kontrolumuz dışında gerçekleşir.

Diğer %90'lık kısım farklıdır. Diğer %90'lık kısımı siz kendiniz belirlersiniz.
Nasıl mı? Tabiki olaylara yaklaşımınızla!

Bir örnek verelim. Ailenizle kahvaltı yapıyorsunuz. Kızınız, kaza ile kahve
fincanına çarpıyor ve bir fincan kahve gömleğinizin üzerine dökülüyor. Biraz önce olan olay üzerinde sizin hiç bir kontrolünüz yok. Sonradan olacaklar ise sizin davranışınıza göre belirlenecek.
             Lanet ediyorsunuz. Kahveyi üzerinize döktüğü için kaba bir şekilde
kızınızı azarlıyorsunuz. Nerdeyse kızınızı döveceksiniz. Kızınız üzülüyor ve ağlamaya başlıyor. Kızınızı azarladıktan sonra eşinize dönüyor ve kahve fincanını masanın kenarına çok yakın koyduğu için eleştiriyorsunuz.Bu duruma eşiniz de çok üzülüyor.
Sonra bunu kısa bir sözlü tartışma takip ediyor. Öfkeyle üst kata çıkıyor ve gömleğinizi değiştiriyorsunuz. Aşağıya indiğinizde kızınızı, ağlamaktan dolayı kahvaltısını bitirememiş ve okul için hazırlanamamış bir halde buluyorsunuz. Kızınız otobüsü kaçırıyor.
Eşinizin işe gitmek için hemen çıkması gerekiyor. Hemen aceleyle
arabanıza koşuyorsunuz ve kızınızı okula bırakmak üzere hareket ediyorsunuz. Geç kaldığınız için, saatte 30 mil hız sınırlaması olmasına rağmen saatte 40 mil hızla gidiyorsunuz. 15 dakikalık gecikmeden ve hız limitini aştığınız için ödediğiniz 60$ trafik cezasından sonra okula ulaşıyorsunuz.Kızınız size "Hoşçakal" demeden binaya koşuyor. Ofise 20 dakika gecikmeyle
geliyorsunuz ve evrak çantasını evde unuttuğunuzu anlıyorsunuz.
Gününüz korkunç bir şekilde başladı ! Devam ettikçe, kötüleşiyor, daha da kötüleşiyor sanıyorsunuz. Eve gitmeyi dört gözle bekliyorsunuz.
                  Eve ulaştığınızda eşiniz ve kızınızla olan ilişkilerinizde araya
sıkıştığınızı sanıyorsunuz.

Neden ? Sabahleyin nasıl tepki verdiğinize bağlı olarak!

Neden kötü bir gün geçirdiniz?

A) Kahve sebep oldu
B) Kızınız sebep oldu
C) Polis sebep oldu
D) Siz sebep oldunuz

Cevap "D" şıkkı. Kahvenin dökülmesinde sizin bir kontrolünüz yoktu.

Sizin gününüzün kötü geçmesine o 5 saniye içindeki davranışlarınız sebep oldu. Olabilecek ve olması gereken ise şöyleydi.

Üzerinize kahve sıçradı.Kızınız ağlamak üzere. Siz nazikçe "Tamam
tatlım, bir dahaki sefere biraz daha dikkatli olman gerek" diyorsunuz. Havluyu kaptığınız gibi üst kata çıkıyorsunuz. Gömleğinizi değiştirip, evrak çantasını aldıktan sonra aşağıya iniyorsunuz ve aynı anda pencereden kızınızın otobüse bindiğini
görüyorsunuz. Kızınız geri dönüp el sallıyor. Siz ve eşiniz işe gitmek
için birlikte çıkmadan önce öpüşüyorsunuz. 5 dakika önce işe geliyorsunuz ve çalışma arkadaşlarınıza neşeli bir şekilde
selam veriyorsunuz. Patronunuz ne kadar güzel bir günde olduğunuz hakkında konuşuyor.
               Aradaki farka bakın!

İki farklı senaryo. İkisi de aynı başladı. İkisi de farklı bitti. Neden ?

Nasıl tepki verdiğinize bağlı olarak. Gerçekten olanların %10'unda hiç bir kontrolünüz yok. Diğer %90'ı ise sizin tepkinizle belirlenir.
Kaynak bilinmiyor ©

25 Mayıs 2013 Cumartesi

EVLİYA ÇOCUK


                                  ACISIZ BİR DÜNYA

     

                  DOÇ. DR. SEFA SAYGILI
    
       Hayatımızın adeta bir parçası olan acı ve ıstırabı zaman zaman hepimiz hissederiz. Acı, hissi bir işaret ile başlar. Organizmamız için tehlikeli olarak kabul edilen bir şey ile sinir uçlarımız uyarıldığında alarm olarak acı hissedilir. Omurilik yoluyla beyine biranda milyonlarca işaret gönderilir. Bu işaretler daha sonra sınıflandırılır ve beynin acıyı ifade eden daha üst bölmelerine bir mesaj yollanır. Sonra, beyin önceden kaydedilmiş mesajların arasından bir cevap seçer. 
                         Acı hissi ilk anda pek hoş birşey olarak kabul edilmeyebilir. Ama eğer, vücudumuz acı hissetmez bir yapıda olsaydı, hayat zannettiğimiz gibi çok daha "güzel'' olmayacaktı. Lepra (cüzzam) hastalığında acı hissi kaybolur. Bu yüzden cüzzamlılar kendilerini acıya karşı koruyamaz, dokularını parçalayacak bir tehlike ile karşılaştıklarında kendilerini uyaracak bir sistemden mahrumdurlar. Bu yüzden derileri yarıldığı, hatta kemikleri göründüğü halde, yürüyen veya koşan hastalar görülebilir. Bu da çürümenin devamına yol açar. Bazen bir şey almak için ellerini ateşe bile sokabilirler, çünkü vücudunun acı hisleri yoktur. Kendilerini öldürmeye karşı tam bir kayıtsızlık içindedirler.Böyle olanlar kendilerini korumaya çalışmazlar.
             Hindistan'da lepra üzerine çalışma yapan Dr. Paul Brand(*), acı hissi olmayan hastalarla çalıştıktan sonra, acının Batı'da sanıldığı gibi evrensel bir düşman olmadığını, aslında bizi bedenimize zarar vermememiz için uyaran ve koruyan önemli, nazik ve karmaşık bir biyolojik sistem olduğunu görmüştür. Acının tatsızlığı, o nefret ettiğimiz yanı bizi korumada, tehlikeye ve yaralanmaya karşı uyarmada etkili olmaktadır. Acının bizi üzmesi, tüm insan organizmasını problemin üzerine eğilmeye zorlamaktadır. Her ne kadar, bedenin bir dış koruma zırhı oluşturan ve bizi acıdan çabucak uzaklaştıran otomatik refleksleri varsa da, tüm organizmayı işe karışması ve bir tepkide bulunması için harekete geçiren ve zorlayan da bu tatsızlık duygusudur. Aynı zamanda acı ile gelen tecrübe, hafızamıza kazınır ve tekrarlandığında tehlike alarmı çalarak bizi korur. Aynı şekilde, çektiğimiz acılarda bir anlam bulmak, hayattaki zorluklarla başa çıkmada bize yardımcı olur. Fiziksel acının amacını anlama, acı karşısında çektiğimiz ıstırabı azaltabilir. Hayatın acı olmadan geçmeyeceğini bilmemiz vakitsiz gelen acıya karşı sağlıklı bir şekilde hazırlanabilmemizi sağlar. Acı hakkında, "Bedenimizin bizim için hayati derecede önemli bir konuda, dikkatimizi çekecek en etkili yolla yaptığı ikaz" diye düşünmeye başlarsak, bu konudaki yaklaşımımız değişecektir. Ve acı hakkındaki tutumumuz değiştikçe, ıstırabımız da azalacaktır.
                         Dr. Brand, acı hakkında incelemelerinden sonra "acıya minnettar olmamız bile gerekir" demektedir. Acıyı tecrübe etmek, algılama sistemimizi de çalıştıracağından faydalıdır. Acının bir diğer faydası da genellikle iyileşmeye yardımcı olan faaliyetleri harekete geçirmesidir. Bedenin geri çekilmesi, dinlenmesi, yavaşlaması, metabolik hız ve azaltılmış aktivite gibi tepkiler organizmanın iyileşmesini hızlandıracaktır. Fiziksel acı, bir bedene sahip olduğumuz duygusunu bize hatırlatarak bedenimizin tümünün farkına varmamızı sağlar. Cüzzam hastaları şöyle demektedir: "Tabii ki ellerimi ve ayaklarımı görebiliyorum, fakat bunlar sanki benim bir parçam değillermiş, sadece birer oyuncakmış gibiler." Bu sebeple acı, sadece bizi uyarmakla ve korumakla kalmaz aynı zamanda kendimizi bir bütün olarak görmemizi de sağlar. Ellerimizde ve ayaklarımızda acı duygusu kalktığında, bu parçalar sanki bedenimize ait değillermiş gibi gelmektedir. Aynı bu şekilde ıstıraplar insanları birbirleriyle bütünleştirir. Belki de ıstıraplarımızın ardında yatan nihai mana da budur.
                   Diğer insanlarla paylaştığımız en temel unsur ve bizi tüm canlı varlıklar ile birleştiren faktör, acılarımız ve ıstıraplarımızdır. Ümitsiz bir durumla karşılaştığımız, değiştirelemeyecek bir kederle yüzyüze geldiğimiz zaman bile hayatta bir anlam bulabileceğimizi asla unutmayalım. İnsan, acısının ardında bir mana olduğuna inanırsa, acı çekmeye hazır olur. Bu şekilde hem ıstırabını azaltır, hem de acının derinleşmesinin önüne geçer. Acı karşısında hemen acı veren unsuru gidermek için faaliyete geçeriz. Gereksiz yere acı çekmeyi kimse istemez. Ancak acının kaçınılmaz olduğu durumlarda, cesurca acı çekmeyi kabul edersek, hayat da son ana kadar bir anlama sahip olur ve acı, işkence olmaktan çıkarak anlamlı bir hale gelir.
                                                                                               *Mutluluk Sanatı, Dharma Yayınları, 2000                                                                                                         

Böyle bir yerde eviniz olsa daha ne istersiniz

24 Mayıs 2013 Cuma

ADAM VE ATI

ADAM VE ATI

Öykü ünlü Çin düşünürü Lao Tzu'nun zamanında geçiyor.. Lao Tzu bu öyküyü çok sever,hatta anlatırmış her zaman..Köyün birinde bir yaslı adam varmış... Çok fakir.. Ama kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz ati varmış ki.. Kral at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam hiç oralı olmamış...
"Bu at, bir at değil benim için.. Bir dost... insan dostunu satar mi" dermiş hep.. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok...Köylü ihtiyarın başına toplanmış... "Seni ihtiyar bunak.. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler.. ihtiyar:
"Karar vermek için acele etmeyin" demiş.. Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek olan bu.. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez..."demiş
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş... Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine... Dönerken de, vadideki 12 vahşi ati pesine takip getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ithiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler.. "Sen haklı çıktın... Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için.. simdi bir at sürün var.." demişler.Bilge adam ,
"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş... Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha baslangıç.. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.."
Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmisler.. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düsmüs ve ayagini kirmis. Evin geçimini temin eden oğlu şimdi uzun zaman yatakta kalacakmis. Köylüler gene gelmisler ihtiyara.. "Bir kez daha hakli çiktin" demisler.
"Bu atlar yüzünden tek oglun bacagini uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak baskasi da yok.. simdi eskisinden daha fakir, daha zavalli olacaksin" demisler.. ihtiyar "Siz erken karar verme hastaligina tutulmussunuz" diye cevap vermis.
"O kadar acele etmeyin. Oglum bacagini kirdi. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiginiz karar.. Ama acaba ne kadar dogru.. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacagi size asla bildirilmez.. " Birkaç hafta sonra, düsmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldirmis. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çagirmis. Köye gelen görevliler, ihtiyarin kirik bacakli oglu disinda bütün gençleri askere almislar. Köyü matem sarmis. Çünkü savasin kazanilmasina imkan yokmus, giden gençlerin ya ölecegini ya esir düsüp köle diye satilacagini herkes biliyormus.
Köylüler, gene ihtiyara gelmisler.. "Gene hakli oldugun kanitlandi" demisler. "Oglunun bacagi kirik, ama hiç degilse yaninda. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oglunun bacaginin kirilmasi, talihsizlik degil, sansmis meger.."
"Siz erken karar vermeye devam edin" demis, ihtiyar.. Oysa ne olacagini kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oglum yanimda, sizinkiler askerde.. Ama bunlarin hangisinin talih, hangisinin sanssizlik oldugunu sadece Allah biliyor.''demiş...
" Lao Tzu, öyküsünü su nasihatla tamamlarmis, etrafina anlattiginda:
"Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkiniz kalmaz.
Hayatin küçük bir parçasina bakip tamami hakkinda karar vermekten kaçinin. Karar aklin durmasi halidir. Karar verdiniz mi, akil düsünmeyi, dolayisi ile gelismeyi durdurur. Buna ragmen akil insani daima karara zorlar.
Çünkü gelisme halinde olmak tehlikelidir ve insani huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez.
Bir yol biterken yenisi baslar. Bir kapi kapanirken, baskasi açilir. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracikta oldugunu görürsünüz..."